Bu Tarz da Bizim

Sabah saatlerinde en yakın fırından alınmış çıtır çıtır susamı bol simit.. 
Gece uykuya geçmeden buzdolabında sotelenmiş taze ezine keçi peyniri.. 
Anne ve/veya kardeş elinden çıkma karışık tost.. 
Atatürk Orman Çiftliği'nde benim için özenle hazırlanmış inek sütü.. 
Dost muhabbetine yarenlik eden sakızlı nargile.. 
Yağmurlu havada ezan sesi.. 
Efkarlı kafada dost muhabbetine Türk kahvesi.. 

Bu liste böyle uzaar gider. Yurdum dışında yaşamak, basit görünen ve fakat fevkalade lezzetli özlemlerle yaşamayı öğretti. Hani bunların hiçbiri olmasa yine yaşamaya devam edersin elbet, ama şairin dediği gibi, bunlarla bir başka yaşarsın. 

Bir de, bazı akşamlar televizyon karşısında aylak aylak zap yaparken çekirdek çitlemek vardır ki, rahat bir koltuk, yeterli miktarda tuzlu çekirdek ve mümkünse cuma veya cumartesi akşamı ile şahane olur. Televizyon kanalları pek bir şenlikli olur malum o akşamlar. Bir kanala tahammülüm kalmadığında ötekine zıplar, oradan baygınlık geçirmeye başladığımda sonrakine zaplarım. Fakat üniversiteye geçtiğimden beri bu keyfim ciddi revizyona maruz kaldı. 

Üniversiteye başladığımdan beri göçebe bir hayatım olduğu ve neredeyse altı ayda bir yer değiştirdiğim için televizyonda olup bitenleri, değişen dizileri, program formatlarını ve kanalları düzenli takip etme fırsatım olmadı. Daha çok sosyal medya ve arkadaş tavsiyeleriyle internet üzerinden sevdiğim dizileri takip eder oldum. Türkiye'de olduğum dönemler fırsatım oldukça çekirdeğimle birlikte televizyon karşısına kurulduğumda ise, her seferinde şoktan şoka girdim. Tahammül edemez oldum. Önceleri televizyon dünyasının ben görmeyeli delirdiğini düşünüyordum. Sonra sonra meselenin aslında bir yabancılaşma meselesi olduğunu fark ettim. Televizyon dünyası belki evet her geçen gün bir doz daha artırıyor deliliğini ama, bizdeki yabancılaşma oranı daha korkunç seviyede, inanın. 

Geçen hafta en eski ve en yakın arkadaşlarımdan birinin nişanı vesilesiyle Türkiye'deydim birkaç günlüğüne. Nişan bitti, telaşlar duruldu. Ertesi gün çaylarımızı alıp televizyon karşısında oturma fırsatı bulduk hep birlikte. Televizyonda Bülent Ersoy ve Cemil İpekçi karnaval tadında giyinmiş bir hanım kızı azarlıyor, yerden yere vuruyorlardı kendi tarzlarında. Az sonra diğer karnaval tadında giyinmiş hanım kızlarımızın birbirleri hakkında yorumlarını dinledik. Kurulan cümleleri, birbirlerine sarf ettikleri kelimeleri ve yüzlerindeki nefreti gördükçe, duydukça nerden geldiğimi şaşırdım. Biraz sonra da, azar yiyen hanım kızı Cemil İpekçi'ye ''ay ben aslında sizi çok seviyorum'' diye sarılırken gördüm! Hemen ardından samimiyetsiz ağlak bir müzik eşliğinde hanım kızlarımızdan birinin babasıyla görüşmeme nedenlerini çocukluğuna inerek irdeledik. İçimden çığlık atmak geldi ama nasıl bir şok oldumsa, sesim çıkmadı, ağzım bir karış aşağı indi. Az kendime gelince sağıma soluma baktım, daha çok şok oldum: herkes sükunetle izliyordu! Herkese tek tek bakıp bendeki şaşkınlığı ve tiksintiyi görmeyi umdum ama nafile, dünyanın en normal sahnelerini izliyormuş gibi televizyona bakıyordu herkes. 

Hayır, diğer bütün herkes çıldırmış ben normal olduğumdan veya diğer bütün herkes ilkesel olarak televizyonda dönenleri kabul edeceklerinden, misal yarın bir gün biri gelip karşılarında o şekilde konuşmaya başlasa bağırlarına basacaklarından değildi bu tepkisizlik, yabancılaşmanın en canlı örneğiydi. O kadar çok maruz kalıyorlardı ki bu tarz şeylere televizyonu açtıklarında, alışmışlardı besbelli. Hani bir trafik kazası veya kadın cinayeti haberine denk gelmek gibi, normalleşmişti artık onlar için. Benim şansımsa, düzenli televizyon takipçisi olmaya fırsatımın olmaması. 

Aklıma Günay Rodoplu'nun yabancılaşma ile ilgili söyledikleri geldi.. Bir seferinde muhalif bir karikatür dergisinden bahsediyordu:


"İşte bu kadar" dedi, "Çizerler muhalefet görevlerini yerine getirmiş olmanın huzuru içinde evlerine gidebilirler... Dehşete kapılmıyor musun? Tüyler ürpertmesi gereken bir feryat nasıl da can sıkıcı bir vızıltıya dönüştürülüyor! Çığlıkların havı dökülüyor. Yaşamsal talepler arsız yakarmalara indirgeniyor. Bu, müthiş bir beceri arkadaşım. Lanet olası bir beceri!"

Böyle dile getirildiğinde, facianın boyutları okuyucuyu yaralamayacak ebatlara indiriliyordu gerçekten. Derginin kapağına tekrar baktım. Kılımın kıpırdamamış olduğunu teslim etmek zorundayım.
"Yabancılaşma diye buna diyorlar," dedi.


Kuşatılmışız dört bir yandan ve delilik gelmesi gerekenleri normal şeyler gibi kabulleniyoruz farkında olmadan. Öyle ki, verilmesi gereken tepkileri verenler garipsenmeye başlandı; misal kadın cinayetlerinden söz eden ''feminist'' damgası yiyor şaka gibi! Yabancılaşıyoruz. Kılımız kıpırdamıyor.. Oysa bir şeyin çokça meydana gelmesi o şeyin normal ve/veya kabul edilebilir olduğu anlamına gelmez. 

Rahat bir koltuk ve çekirdeğim eşliğinde televizyon izlediğim günleri özlemiyorum artık. Leyla ile Mecnun, Kardeş Payı, Behzat Ç. gibi izleyicisini gerzek yerine koymayan, zekamızla ve kültürümüzle dalga geçmeyen, yabancılaştırmayan ve fakat sarsan, kendimize getiren diziler olsun, yeter. Çekirdek ve koltuk kolay, hallederiz. 





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'den Defolup Gitmek

Goethe'nin İtalya Seyahati'nden Bize Kalan

Gülümseyen Van Gogh: "Çiçek Açan Badem Ağacı"