Sol Yanımda Oturan Arkadaşım

Birbirinden farklı üç kız çocuğuna sahip annem, yemek mönülerini hazırlamadan önce bize sorardı ve çoğunlukla üçümüzden de farklı cevap alırdı. Hepsini bir arada pişiremeyeceği zamanlarda, evet bazen aynı öğüne hepimize farklı yemekler çıkardığı da olurdu, otoriter bir sevecenlikle açıklardı, ''Dün ablanızın istediğini hazırladım, o yüzden bugün sizlerden birininkini pişirebilirim, yarın da diğerinizinkini, karar verin.'' Hepimiz bilirdik, annem dediğini yapardı ve biz birbirimizin gününe saygı göstermek durumundaydık. Hep birlikte yapacağımız her türlü aktivitede yaşanan bu farklılık sorunu annem tarafından hep bir uzlaşmayla sonlandırılırdı. Velhasıl, ben çok seslilikle yaşamayı, ötekine saygı duymayı, varlığını kabullenmeyi ve bir arada yaşayabilmeyi ilk annemden öğrenmişim, çok da farkında olmadan. Galiba en çok da bu sayede uluslararası ruhu olan üniversitelerde dünyanın dört bir yanından insanlarla bir arada okumak benim için bir benlik problemi olmaktan çıkıp bir zenginliğe, keyife dönüştü.

Geçen haftaki uluslararası ruhu iliklerimizde hissettiren ''yuvarlak masa tartışması'' da okulumun bana sunduğu o şahane ortamlardan biriydi. Katılımcıları ve konuşmacıları Irak'tan İtalya'ya, Somali'den Ukrayna'ya, Filistin'den Meksika'ya 25 farklı ülkeden olan, Avrupa Birliği'nin geleceğini ve komşularıyla ilişkilerini konu edinen bir program. Önce konuşmacıları dinliyoruz. Avrupa Birliği'nin özellikle Akdeniz'deki komşularıyla ilişkilerini, göç ve etkilerini, mültecileri ve kültürlerarası ilişkileri konu edinen konuşmaları dinliyor, ardından fikir alışverişi yapıyoruz. Önceden hazırlanmış konuşmalar, protokol tavırları ve yapay sevgi gösterileri sinirlerimi bozsa da seviyorum ortamdaki çok renkliliği, çok sesliliği. Tartışmanın odak noktası özellikle Suriye'deki gelişmelerden sonra oluşan göç sorunu ve hızla artan mülteciler. Avrupa Birliği bu konuda ne yapmalıdır, kendini nerede, nasıl konumlandırmalıdır ve bu insanlara ne olacaktır? Rahat koltuklarımızda, şık takımlarımız içinde mültecilerden konuşuyoruz uzun uzun.  

Bir yanım bu içinde bulunduğumuz durumu ikiyüzlü bulsa da, bir yanım bu tür organizasyonlara ihtiyaç olduğunu, bu sayede fikirlerin olgunlaşıp meyve vereceğini ve bir şeylerin değişmesine vesile olacağını söylüyor. Orada olmaktan mutluyum, ta ki Alman bir arkadaşımın cümleleri başımıza küt diye düşene dek... Avrupa Birliği'nin ekonomik krizde olduğunu, Yunanistan, Malta, İtalya gibi ülkelerin sürekli Avrupa Birliği'nden bir şeyler talep ettiği şu günlerde Avrupa Birliği'nin göç, mülteciler gibi konularla ilgilenecek durumda olmadığını söylüyor. Bir süre söylediği şeyleri kafamın içinde evirip çeviriyorum, diyorum galiba ben yanlış anladım, İngilizcem yetmedi, o anda bitti. Sonra dönüyor, solumda oturan bir başka Alman arkadaşıma fısıldıyorum, ''Gerçekten şöyle şöyle mi dedi, ben mi yanlış anladım?'' Dehşete kapılmış şaşkın gözlerle doğru anladığımı onaylıyor ve ekliyor, ''Onun adına utanç duyuyorum.''

Bir yerlerde insanlar ölüyor, öldürülüyor. Hayatta kalabilenlerin bir kısmı bir zamanlar kendi hallerinde yaşadıkları toprakları kuvvetle muhtemel sevdiklerinin cesetleriyle birlikte geride bırakıp, bir nefeslik yaşam umuduyla hiç tanımadıkları, bilmedikleri yerlere canlarını dar atıyor. Bir kısmı onu bile yapamayıp yollarda helak oluyor. Ve Avrupa Birliği ekonomik krizde. Faiz oranları yerinde durmuyor, Euro'nun ne olacağı belli değil falan. Avrupalılar kapılarına dayansa bile bütün bu ölümler, kırık dökük hayatlar ile ilgilenemeyecek kadar meşguller zira ekonomik krizdeler. Birbirine dolanmış onlarca cümle kafamın içinde kavga halindeler. Benliğimi sorguladığım ve orada bulunmaktan mutlu olmadığım anlardan birindeyim yine. Neyse ki sol yanımda oturan arkadaşım da Alman ve benle aynı duyguları kuvvetle muhtemel aynı şiddette hissediyor da çok şükür ki ben de umudumu kaybetme hastalığına yakalanmıyorum yanıbaşımdaki varlığı sayesinde.

Bir süredir o cümlelerin sahibinin gözlerine bakamıyorum, konuşamıyorum onunla. Kafamın içindeki cümleleri barıştırabilmiş de değilim, halen kavga halindeler. Dünyadaki ölümlere, acılara ve adaletsizliğe tek başıma çözüm bulamayacağım açık, açık olmasına da, bir de çocukluğumdan kalma deniz yıldızı hikayesi var aklımda hâlâ. Hani sahilde yürürken karaya vurmuş denizyıldızlarını tek tek geri denize atan adamın kendisine ''Görmüyor musun kilometrelerce sahil var ve baştan aşağı deniz yıldızı dolu, hiçbir şey fark etmez'' diyen adama ''Bunun için çok şey fark eder'' dedikten sonra elindekini de denize attığı hikaye. Gözlerimi kocaman açmış, 11 yaşımda bir aydınlanma yaşamıştım şimdilerde klişeleşmiş bu hikayeyi ilk dinlediğimde. Neyse ki hâlâ aklımda. 






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'den Defolup Gitmek

Goethe'nin İtalya Seyahati'nden Bize Kalan

Gülümseyen Van Gogh: "Çiçek Açan Badem Ağacı"