Hoca'ya Sormuşlar, “BİR ÖMÜR NASIL YAŞANIR?” O da Demiş ki…



 Kronik Kitap etiketiyle bu sene ilk baskısını yapan ve oldukça da popüler olan İlber Ortaylı’nın Yenal Bilici ile yaptığı söyleşi tarzındaki “Bir Ömür Nasıl Yaşanır?” isimli kitabın kendisi de, İlber Hoca’nın üslubunun da katkısıyla en az ismi kadar iddialı.

            “… İlber Hoca bu kitapta, bir insanın, çocukluktan itibaren hayatın hemen her alanında ihtiyaç duyacağı çözümleri nasıl bulabileceğini örnekler vererek anlatıyor. ‘Herkes kendi talihinin mimarıdır’ sözünü hatırlatarak, kendi yolunu çizmenin ne anlama geldiğini tüm kritik noktalarıyla yorumluyor.

Bir ömrü hakkıyla yaşayabilmek ve yaşanan her andan tat alabilmek için önce ne lazımdır?

İnsan hayatı kaç dönemden oluşur ve her bir dönemde neleri tecrübe etmek gerekir?

İnsan kimden, ne öğrenebilir? Kendi kendini yetiştirmek nasıl mümkün olur?

Bir dil, en iyi nasıl ve ne zaman öğrenilir?

Sorumluluk sahibi bir insan, kendisi veya çocukları için nasıl bir eğitim modeli aramalıdır?

En iyi nasıl seyahat edilir; bir şehir nasıl dolaşılır? Hangi müze, hangi meydan, hangi sokakları görmek için dünyanın bir ucuna kadar gidilebilir? …”

Peki, arka kapağında bir kişisel gelişim kitabı tadında cümlelere yer veren bu kitap iddialarının hakkını veriyor mu dersiniz?


BİR ÖMÜR NASIL YAŞANIR? CEVABINI BULABİLDİK Mİ?

Hayır; bunca geniş kapsamlı ve derinliği olan soruların böyle bir kitapta cevaplarını yerli yerince bulabileceğini zaten beklemiyordum. Olsa olsa peşinden gidebileceğim ip uçları bulabilmek mümkün olabilirdi, ki durum benim için öyle de oldu. Fakat elbette ki bu demek değil ki kitapta sevdiğim hiçbir şey olmadı, aksine, fazlasıyla keyif aldığım ve bilgilendiğim, beni düşündüren ve sayfalarca notlar almamı sağlayan onlarca konu oldu. Bunlara geçmeden önce, belki eleştiri sayılabilecek birkaç husustan bahsetmek istiyorum.

Öncelikle arka kapakta da bahsi geçen “herkes kendi talihinin mimarıdır” sözünün arkasındaki liberal ahlak, hayatta başarılı olabilmek için İlber Hoca’nın salık verdiği anlayışın temeli gibi geldi bana. Tesadüflere inanmadığını, herkesin kendi fırsatını kendinin oluşturduğunu söylüyor ve çok çalışmak gerektiğini vurguluyor. Bu bakış açısı, kişinin hayatta başına gelen iyi veya kötü her şeyin sorumlusunun kendisi olduğunu söyleyen, çevresel ve doğuştan gelen faktörleri yadsıyan sığ ve bencil bir bakış açısı bana göre. Söz gelimi, kendisi henüz kurulmuş cumhuriyetin ilk yıllarında sayılı üniversitelerden birinde Rusça derslerine giren Şefika Hanım’ın oğlu olmasaymış, pek çoklarına göre ayrıcalıklı sayılabilecek, icabında sana Fransızca dersleri vererek önemli bir dili öğrenmeni sağlayan bir dost çevresinin içine, hem de o tarihlerde doğmasaymış, ne kadar çok çalışırsa çalışsın bugün geldiği noktaya gerçekten gelebilir miymiş? Kendini geliştirebileceği, potansiyelini kullanabileceği bir ortama ve çevreye sahipmiş ve o da bu çevrenin hakkını vermiş, çalışmış, emek etmiş ve bugüne gelmiş, eh, bu kısmı elbette tesadüf değil. Fiziksel bir engeli ve/veya gelişimini olumsuz yönde etkileyebilecek herhangi bir kronik hastalığının olmadığına da dikkat çekmek isterim, malum, bu konularda da herkes şanslı olmayabiliyor/doğmayabiliyor. Bu “herkes kendi talihinin mimarıdır” sözü bana bu sebeple fazla acımasız ve gerçekçilikten uzak sığ bir bakış açısının yansıması gibi geliyor. Sıfır noktasından başlayan bir insanın çok çalışarak alacağı mesafeyle, söz gelimi 10 noktasından başlayan bir insanın çok çalışarak alacağı mesafe asla bir olamaz, dolayısıyla hayatta geldikleri yer de bir olamaz. Çevresel faktörler de cabası… Üstelik Türkiye özelinde gazetecilik ile ilgili bir başka sohbette kendisinin de kitapta dile getirdiği gibi, “Türkiye’de her ortam herkese yaşama şansı vermiyor, hatta öyle ki zaman zaman tahammül etmesi zor koşullar sunuyor.” Varın, Türkiye’den daha kötü imkanlara sahip ülke vatandaşlarını siz düşünün…

Bu noktada da şu cevabı veriyorlar, biliyorum, “Yeterince akıllı olup doğru tercihleri yapabilecekken yapamamış ki, daha iyisini hak etmemiş, demek ki yine kendi seçimleri sonucu bulunduğu yere gelmiş,” Peki ama, kime göre neye göre doğru? Unutmamalı ki, her insan dünyaya farklı genetik özellikler ve kabiliyetlerle gelir, farklı coğrafyalarda farklı kültürlere doğar ve dolayısıyla “tercih yapma” meselesi esasında son derece özneldir. Ayrıca, suya sabuna dokunmadan, “her devrin insanı” olarak yaşayan, salt kendi çıkarını düşünen ve bunu başkalarına zarar verme pahasına dahi her şeyden üstün tutan biri olamayarak; evrensel değerler, toplumsal menfaat, uzun vadeli milli ve evrensel kalkınma gibi herkesi ilgilendiren konularda dertlenen ve elini taşın altına koyan biriysen, genellikle “yeterince akıllı olup doğru seçimler yapamamakla” suçlanıyor insanlar veya bu kaygıda oldukları için anlaşılamıyorlar. Nitekim, kendisi de Behice Boran’ın zamanında ABD’de en iyi üniversitelerde iş bulabilecekken, çok iyi dergilerde yazıyorken bırakıp Türkiye’ye gelmesine ve Dil Tarih’de ders veriyor olmasına şaşırıyor, “Bazen böyle oluyor, ben de insanın kendi kapasitesinin altında yer seçmesine şaşırıyorum,” diyor söyleşide. Bunu okuduktan sonra şunu merak ettim, acaba sürekli lisan bilmenin önemini dile getiren ve bildiği lisanlarla da ön plana çıkan İlber Hoca’nın bir başka yabancı dilden, çok sevdiğini söylediği Türkçe’ye kazandırdığı herhangi bir tercüme eseri var mıydı? Çeviri işi zordur ve bildiğim kadarıyla çoğu zaman çevirmenin kişisel çıkarları anlamında götürüsü kadar getirisi olmaz, nerdeyse toplumsal bir amme hizmetidir. Acaba “kendi talihinin mimarı” İlber Hoca’nın bu konuda literatüre kazandırdığı kendi alanında dahi bir katkısı var mıydı? Yaptığım internet araştırması ve biri Türkiye’de biri de Türkiye dışında tarih alanında doktora yapan arkadaşlarımdan edindiğim bilgilere göre böyle bir şey yok.

Kitap ile ilgili bir diğer sorunlu bulduğum konu aslında yeni değil, İlber Ortaylı imzalı son yıllarda oldukça popüler olan diğer kitaplarla da ortak bir sorun: üslup ve akıcılık sorunu. Sırf bu nedenle uzun süredir okumuyordum da almıyordum da herhangi bir kitabını çünkü gerçekten insanın kafası çorba oluyor; insan ne okuduğunu anlıyor ne de bir şey öğrenebiliyor… Bütünlük ve akıcılık bazen üsluptan bile önemli olabiliyor. Bu sefer söyleşi olması itibariyle akıcılık biraz daha kotarılmıştı fakat bu üslup ve akıcılık sorunu genel olarak kendisinin piyasada çok satan kitapları arasında yaygın olan bir sorun, birkaç kitabını okuduysanız ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Konuları ele alış biçimi çok dağınık ve sürekli oradan oraya atlama durumu var. Bunu da önceki sohbetlerimizden birinde tarihçi arkadaşlarımdan birine dile getirdiğimde, bunun sebebinin bu kitapları esasında İlber Hoca’nın bizzat kaleme almaması olduğunu söylemişti. Yani öğrencileri, yardımcıları, editörleri vs, verdiği konferanslar ve yaptığı konuşmalardan derleyerek bu kitapları yazıyor, İlber Hoca da onayladıktan sonra basılıp satılıyordu. Bu da dolayısıyla televizyonlarda izlediğimiz bir sohbet dağınıklığında olmasına sebep oluyordu. Bu sorunun olmadığı, kariyerinin ilk yıllarında yazdığı yalnızca birkaç akademik eserinin olduğunu söyledi aynı arkadaşım.

Önemli bulduğum bir diğer unsur ise, yol gösterici tavsiyeler misyonu olan bu kitabı okurken tavsiye eden kişinin bir sosyal bilimler uzmanı olduğunu unutmamak gerekliliği. Sübjektiflik konusunu da hatırlayacak olursak, hayatıyla ilgili verdiği kararlar ve yaptığı tercihler elbette aldığı eğitim ve ilgi alanlarıyla da ilgili. Bu yüzden verdiği tavsiyelerdeki mantığı anlamalı, onun fikirlerine ve birikimlerine yüzde yüz güveniyorsanız dahi salt taklit etmeye çalışmamalı. Misal, “Ben her şeyi dinlerim,” diyor fakat peşine ekliyor, “Yani her şeyi diyorsam, genellikle klasikler içindeki her şeyi dinlerim.” Bu tamamen kişisel bir tercih, yalnızca klasik müzik dinleyerek bir ömrü geçirmek herkes için en ideali olmayabilir. Veya tavsiye ettiği müzelerin ezici bir çoğunluğu arkeoloji müzeleri. Bunda tarihçi olmasının etkisinin yanı sıra henüz lise öğrencisiyken arkeolog Mübin Beken’in bir nevi asistanlığını yapması, evlerine sık gidip gelerek arkeoloji ile ilgili temel kavramları, terimleri ve konuları çok erken yaşta öğrenmesinin de ciddi etkisi vardır diye düşünüyorum. Yani arkeoloji müzesi gezmek, kendisi için son derece keyifli ve bilgilendirici olmalı zira gerekli alt yapıya sahip, fakat söz konusu bilgilere sahip olmayan, hatta arkeoloji ile ilgili asgari düzeyde bile bilgisi olmayanlar için bu müzeler ciddi sıkıcı olabilir. İtiraf etmem gerekirse ben gezdiğim yerlerde sanat müzelerini çoğu zaman arkeoloji müzelerine tercih ediyorum çünkü ikisi de çok iyi anlamadığım konular olmasına rağmen sanat müzelerinde en azından duygularıma hitap eden, beni mutlu eden, hüzünlendiren veya düşündüren eserler görüyorum ve genel kültür anlamında bir şeyler daha öğrenirken aynı zamanda keyifli ve verimli zaman geçirmiş oluyorum.

O ZAMAN NEDEN BU KİTABI OKUMALI?

Elbette, “Onca şey yazdın söyledin ama, ‘koskoca’ tarihçi İlber Ortaylı’nın kitabından hiç mi bir şey öğrenmedin, hiç mi güzel tarafı yoktu?” diye düşüneceksiniz, ben de o zaman hemen “Çıldırdık mı?! Tabii ki var, hem de çok!” diyorum ve bir de kitaptan alıntı yapıştırıyorum peşine: “Beyninize yeni kapı açacak, size bir değer katacak insanla bir araya geldiğinizde bir şey öğrenirsiniz; bir şey düşünürsünüz; yeni bir yere bakmaya başlarsınız. Düşünceniz yeni bir boyut kazanır, yaşamınıza farklı bir bakış açısı eklenir. O boyut bazen yanlış da olabilir, ziyanı yok; bu yanlış, zaman içinde tashih edilir. Dahası o yanlış bile ortalıkta boş boş gezmekten daha iyidir.” Bir insan, bir kitap veya bir şehir… Yeter ki yeni bir kapı açsın, bir şeyler katsın insanlığımıza. Belki açılan kapılar zamanla bize doğru gelmeyen yerlere çıkacak, fakat yolda geçirdiğimiz sürede muhakkak bir şeyler öğrenecek, bir devinim yaşayacak, değişecek ve doğru kapıyı bulacağımız yola evrileceğiz. Durup durmayalım en rahat ettiğimiz yerlerde veya ortalıkta boş boş gezmeyelim yeter ki. “… değişmeyi, değiştirmeyi bileceksin. Konforundan vazgeçmeyi göze alacaksın. Kendi dünyanı yerinden kendin oynatacaksın. Bir insanın bittiği an, miskinliğe esir olduğu andır.” Velhasıl, İlber Hoca’nın bu kitabında da öğretici pek çok şey vardı, dağınık serpiştirilmiş bilgiler şeklinde de olsa, ucunu yakalayıp çektiğimde beni düşündüren, zihnimde bana farklı kapılar açan pek çok bilgiyle karşılaştım, pek çok şey öğrendim ve şimdi bunların bir kısmını kendi düşüncelerimle birlikte paylaşacağım naçizane.

HALKLARIN ORTAK SORUNU: EĞİTİM MESELESİ

Diğer tüm her şey arasında en çok önemsediğim bilgiler ve öneriler eğitim ve eğitimcilere, bağlantılı olarak da çocuk yetiştirmeye dair olanlardı. Eğitim meselesine kitapta “Eğitimde Hangi Tercihleri Yapmak Gerekir?” isimli bir bölüm ayrılmış ve bu bölüm bence kitabın en önemli ve en ibretlik bölümü. Burada sadece öneriler bulunmuyor, aynı zamanda Türk eğitim sisteminin tarihsel değişimini de Batı ülkeleriyle karşılaştırmalı olarak öğrenme şansınız oluyor. Ve itiraf etmeliyim nereden nereye geldiğimizi özetle de olsa görmek çok üzücü. Bunca zaman daha iyiye evrileceğimize, elimizde olanları da kaybetmişiz ve belli ki kaybetmeye de devam ediyoruz. Oysa Hoca’nın da dediği gibi, “Eğitim, kitlenin taleplerinin dinleneceği yer değildir; kasaba türü siyasetin, nabza göre şerbetin yeri değildir. Çünkü eğitim, dünyanın en önemli meselesidir; insan reprodüksiyonudur. Yani insanın bir nevi yeniden üretimidir.” Öğretmen de, doktor da, mühendis de, kaportacı da, tesisatçı da, işçi de o eğitim sisteminin bir yerinden geçerek mesleğini edinip toplumun bir parçası olur. Aynı zamanda eğitim, siyasetçilerin çocuklarının yaş ve eğitim düzeylerine ve ihtiyaçlarına göre her sene değiştirilecek bir yaz-boz tahtası da değil, olmamalıdır. Başka bir deyişle, eğitim sisteminde yapılacak olumlu veya olumsuz herhangi bir değişiklik için, tüm ülke çocukları siyasetçilerin çocuklarının ihtiyaçlarını beklemek veya onların seviyelerine göre yaşamak zorunda değil. Eğitimin de belli başlı gereklilikleri, olmazsa olmazları, kuralları vardır ve zamanın ruhuna uygun şekilde bunların uygulanması gerekir. Ayrıca yalnızca bunlar da değil, “İşte bütün bu sistem içinde ilk bakılması gereken yer de öğretmendir. […] Zira eğitimin temeli öğretmendir. Öğretmen olmadan okul olmaz! […] Öğretmen iyiyse, toplumunu kurtarır. ” diyerek, kitapta eğitimde öğretmenin önemine de dikkat çekmiş kendisi.

Ben, şimdilerde artık var olmayan Anadolu Öğretmen Liselerinden birinden mezunum. Temel amacı öğretmen yetiştirmek olan bu okulların da pek çok kurum gibi amacından saptığını maalesef ki zaten biliyorduk. Ben örneğin, öğretmen olmak isteğiyle değil, Çorum şehrinde alabileceğim en iyi eğitimi orada alabileceğim beklentisiyle Öğretmen Lisesi tercih ettim ve bu konuda yalnız değildim, pek çok dönem arkadaşımın da benimle aynı motivasyonla oraya geldiğini biliyorum. Ve hatırlıyorum, özellikle sınav stresinden bunaldığımız dönemlerde öğretmenlerimize en sevdiğimiz saldırı yöntemi “Bunlar gerçek hayatta ne işimize yarayacak ki?” cahil söylemiydi. İşin kötüsü, aldığımız derslerin bize temelde ne gibi faydaları olacağını anlatan öğretmenlerimiz olmadığı gibi, çoğunluğu bu cahil söylemimizde bize destek oluyor; sınavda çıkmayacağı gerekçesiyle dil bölümü öğrencisi olmayan sınıfların dil dersleri, edebiyat, tarih, coğrafya gibi sosyal bilimler dersleri, dil bölümü öğrencilerininse yabancı dil dışındaki neredeyse tüm dersleri sallapati işleniyor, kimi zaman ders bile yapılmıyordu. Hatta, hala var mı böyle bir uygulama bilmiyorum ama, o dönemde lise son sınıf öğrencilerinin hemen hepsi okulun son haftaları kapanıp üniversite sınavına yoğun hazırlık amacıyla heyet raporları veya biriken devamsızlık haklarını kullanarak okula gitmiyordu bile.

O yaşta bir öğrencinin cehaletiyle bu, hemen hepimizin işine geliyordu tabi ama peki ya öğretmenlerimiz neden bunu yapıyordu? Belli ki mesele sadece öğrencinin tavrında değil… Ben ancak yıllar sonra, kaç yaşına gelip de midesiyle bağırsaklarının yerini bilmeyen, deprem bölgesi nedir ve neden orada yerleşim olmaz veya volkanik arazi toprakları neden verimlidir bilmeyen, hidrolik asit nedir ve neden yüz bakımında uygulanmaz bilmeyen, “yağmur sonrası toprak kokusu” diye bir şeyin aslında olmadığını bilmeyen, en vahimi de hadi yabancı dili geçtim kendi dilini doğru dürüst konuşamayan ve yazamayan insanlar gördükçe yavaş yavaş anlamaya başladım… Daha, analitik düşünme gibi yetilerin eğitim hayatı boyunca aldığımız derslerle gelişmesi durumundan söz etmedim bile. Eh, sonra buralarda yetişen öğrenciler, ilerde öğretmen olup ders kitabı yazdıklarında, mantık konusu girişine Mahmut Tuncer’den alıntı yapıyor tabi, şaşırmamalı. Oysa söz gelimi, Hoca’nın da dediği gibi, matematik ve geometri düşünmeyi, sistematik düşünmeyi oluşturur ve geliştirir. Edebiyat, tarih ve coğrafya gibi sosyal bilimler dersleri fen bilimleriyle birlikte kişiye kendi varlığını ve kendi dışındaki dünyayı içindeki canlı ve cansız varlıklarla anlamlandırabilmesini sağlar, empati yeteneği ve diğer insani duygularını oluşturur ve geliştirir. Üstelik, daha geniş bir perspektiften baktığımızda, “Bir toplum ancak filoloji bilgisine sahipse bütün zamanları kontrol ediyordur. Bir toplum musiki ve matematikten anlıyorsa bütün insanlıkla irtibat kurabiliyordur, dünyalı olmuştur.” Çünkü misal matematik ve müziğin dili evrenseldir ve nereye giderseniz gidin anlar ve anlaşılırsınız.

Belki de asıl mesele, bizim neyi neden istediğimizle ilgilidir. Temel motivasyonumuz ne? Para ve güç odaklı hırs dolu sürekli mücadele halinde bir yaşam mı? İhtiyacımız kadarıyla huzur ve barış içinde yaşamak mı? Bireysel olarak yaşam şeklimizi, toplumsal olarak siyaset yapma şeklimizi oluşturan temel motivasyon tam olarak ne? Bu, elbette ki eğitim sistemini de doğrudan etkiler. Tüm varlığıyla sınavdan iyi sonuç almaya odaklanan bencil ve pragmatist yapının, ilerde iş hayatına atıldığında da maddi getiri kaygısıyla deprem bölgesi, doğa ve çevre düzeni, insan ve hayvan hayatı gibi şeylere lisedeki İngilizce veya edebiyat dersi muamelesi yapması, yani umursamaması ve yok sayması çok da şaşırtıcı gelmiyor artık bana. Ve bu noktada, henüz belli farkındalıkları oluşmamış yeniyetme öğrencileri yönlendiren ve onların temel motivasyonlarını şekillendiren öğretmenlerin tutumu ve yaklaşımı elbette büyük önem arz ediyor. Ve aslında her yerde olduğu gibi, “Türkiye’de öğretmen en önemli meseledir. Bu öğretmenlerimizi ıslah etmezsek, ellerinden tutmazsak, yeni nesillerini olsun kurtaramazsak, yaşam kalitelerini yükseltmezsek, niteliklerini desteklemezsek, onları fakirlikten çıkaramazsak, gelecek nesillerin hayatı düzelmez. Yoksa bizleri bekleyen hüsrandır.” Evet, tam olarak hüsran.

Eğitime ayrılan bu bölümdeki bir başka mühim konu, üniversite ve meslek seçimi. Burada hiç uzatmadan sözü kendisine bırakıyorum: “Kafan çalışıyorsa güzel ama ellerin çalışıyorsa daha da güzel… Herkesin kafası ve eli aynı ölçüde çalışmaz, bunu da görmek lazım. Elini ve beynini çalıştıran çocukları ayrı ayrı öne çıkarmalıyız. Kimin nasıl çalıştığına dikkat etmemiz, önem vermemiz lazım. Bir toplum bu meseleleri gözeterek yaşar. Herkes hukukçu olacak diye bir kaide yoktur; ayrıca buna gerek de yoktur. Bizim muslukçu da yetiştirmemiz gerekir. Öyle ki bir muslukçu bazen bir hukukçudan fazla işe yarar.” Öyleyse neden canhıraş tüm aileler çocuklarını avukat, mühendis, doktor, öğretmen yapmaya çalışıyor? Neden herkes “üniversite mezunu” olma derdinde? Oysa İtalya’da, Amerika’da ve Almanya’da yaşadığım sürelerde, buralarda bizde hor görülen mesleklere karşı herhangi bir itibarsızlaştırma görmediğim gibi, herkesin üniversite mezunu olmaya çalışmadığını da hayretle fark ettim. Hem buralarda, bu mesleklerde çalışan insanlar da kendilerini asla küçük, ezik görmüyorlar, olsa olsa bir üniversite mezununa sahip olduğu bilgi birikiminden ötürü saygı duyuyorlar. Sizin “altı üstü temizlikçi” dediğiniz insanın buralarda çalışmak dışında kendilerine ait özel zevkleri, hobileri ve kendilerine ve ailelerine ayıracak zaman ve paraları var. Üniversite buralarda herkesin gitmekle zorunlu olduğu bir yer değil, yetenek ve isteklerine göre tercih sebebi alınan bir eğitim.

Bu noktada elbette ülkenin yaşam standartları ve ekonomisinin de önemi büyük fakat eğitimdeki yönlendirme ve sistemin de önemi yadsınamayacak düzeyde büyük. Peki muslukçu, tesisatçı, motor ustası veya elektrik teknisyenleri neden bizim ülkemizde itibarsızlaştı? Neden herkes üniversite peşinde? Hoca bunun cevabını da veriyor: “Türk halkı maalesef, en cahilinden en okumuşuna, en fakirinden en zenginine kadar; çocuklarının, okulun onları kâtip olarak yetiştirmesiyle kurtulacağına inanıyor. Böyle bir şey yok, hele bu asırda mümkün değil.” Eh, tanıdık gelmiştir eminim. Bizim toplumumuz için üniversite eğitimi yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda sosyal sınıf atlamanın da en önemli aracı. Bu noktada Hoca’nın Türkiye’de son yıllarda çılgın sayılarda açılan “üniversiteler” için de iki çift lafı var: “Açık konuşacağım; bilmem nerelerde üniversiteler açılıyor, bu çocuklar da oralara gidince hayatlarının düzeleceğini sanıyor. Ama söylüyorum; iyi olmayan üniversiteye gideceklerine, üniversiteye gitmesinler. Gitmeyin! […]  Diploma, insanlara bizim zamanımızdaki gibi imkanlar vermiyor. Hatta hiçbir şey vermiyor! Okuyacağız diye rastgele yerlere gidip ne kendi hayatlarınızı ne de ailelerinizin cebini mahvetmesinler. Oralarda üniversite olmaz! Bu kadar açık…” Eh, artık siyasetçilerimizin çoğunun da açıkça dile getirdiği gibi her üniversite mezunu iş bulacak diye bir durum artık Türkiye’de yok. Üniversite diplomasının şimdilerde Türkiye’de gençlere verdiği en önemli şey işsizlik veya insanî olmayan koşullarda çalışmaya mahkûm edilme: emek sömürüsü.

FULARLI ENTEL”LER vs. MERAKLI ENTELEKTÜELLER

Burada, bizde hep yanlış yorumlanan, yer yer hakaret olarak bile kullanılan bir temel kavramdan da söz etmenin gerekliliğini hissediyorum: entelektüellik. Aklınıza gelen ilk şey, havalı gözlükler, klasik veya jazz müzik, fular ve bir takım anlaşılamayan kelime ve cümleler topluluğu oldu değil mi? Aa, unutmadan, bir de bizim ülkemizde alkol meselesi var, şarabın iyisinden anlamayan, rakıyı usulünce içemeyen biliyorsunuz entelektüel sayılabilemez bizde. Yersen! İlber Hoca bu konuya da şahane bir açıklık getirmiş: “Entelektüel, üstüne vazife olmayan işlerle ilgilenen kişidir. Örneğin mesleği kimyacılıktır ama coğrafya veya tarihle de uğraşır, resim yapar. Bu iş öteden beri böyledir. Kendi dünyasının dışıyla ilgilenen kimsedir entelektüel. […] Entelektüel olmak için işinle, aşınla, mesleğinle ilgili konuların dışında kalan şeylere ilgi duyarsın; onlara da zaman ve para ayırırsın, farklı şeyler öğrenirsin. Bunlar illa kitabi mevzular değildir. Müzik yaparsın mesela, ciddi anlamda resim yaparsın. Salsa öğrenirsin, vals yahut tangoya merak salarsın. Milletin haline bakarsın. Onlar ne yapıyor, nelerle ilgileniyor; dertlerini görürsün. İşte entelektüel bu işlerle de uğraşan insandır.” Görüyorsunuz ya, entelektüelliğin üniversite mezunu olmakla, fularla, klasik müzikle falan ilgisi yok aslında. Belli bir sosyal sınıfa ait olmaksızın aslında herkes entelektüel sayılabilir, bazen bir marangoz, bazen bir tesisatçı fakat elbette gereklilikleri yerine getiriyorsa. İşte bence bizdeki su tesisatçısıyla onlardakini ayıran en temel özelliklerden biri de bu. Onlarda, insanların mesleklerine bakılmaksızın her birinin az da olsa entelektüel bir tarafı var, kendi işleri dışında merak edip peşinden gittikleri uğraşları var.
Kendisinin yaptığı bıçaklardan birkaç örnek 

Elbette daha önce de belirttiğim gibi, insanın bu tip uğraşları olabilmesi, merak duyabilmesi veya duyduğu merakın peşinden gidebilmesi için öncelikle bunlara ayıracak zamanı ve parası olması gerekir. Bu ortamı topyekûn ve sistematik bir biçimde oluşturabilecek güç öncelikle devlet organlarını yöneten kimselerin elinde: eğitim ve ekonomik reformlarıyla. Öte yandan, mesele sadece ekonomik de değil, aslında içinde bulunduğumuz şartlarda dahi bizim de yapabileceğimiz şeyler var. Öncelikle daha önce de bahsettiğim gibi, hayattan beklentimizin, temel motivasyonumuzun ne olduğunu sorgulamak ve dürüstçe yanıtını verebilmek, sonra da örneğin “daha fazla imkân” düşüncesiyle büyük şehirlere sıkışmaktan vazgeçmek. Doğduğu ilçeye bir üniversite mezunu anaokulu öğretmeni olarak dönen bir lise arkadaşım buraya en güzel örnek. Kendisi atandıktan sonra mecburi hizmetlerini farklı yerlerde yaptıktan sonra büyük şehirlerde mücadele vermek yerine kendi ilçesine döndü, orada mesleğine devam ediyor ve havalı gözlükleri, şarap zevkleri veya ipek fularları yok ama bana sorarsanız o tam bir entelektüel! Çünkü okuldan çıktıktan sonra akranları gibi ortalıkta boş boş gezmek veya kıraathanede vakit öldürmek yerine güzel eşiyle ve kafa dengi birkaç arkadaşıyla doğa yürüyüşlerine çıkıyor, kamp kuruyor, civardaki doğal güzellikleri keşfediyor ve onların tadını çıkarıyor! Ayrıca araştırıyor, merak ediyor, yeni şeyler öğrenme ve üretme derdinde, kurduğu minik atölyesinde el emeği bıçaklar yapıyor, demiri ısıtıyor, dövüyor ve şekillendiriyor. Güzeller güzeli bir köpeği var, onunla vakit geçiriyor. El örgüsü bileklikler yapıyor. Yani kendi işi, aşı dışında bir şeyleri merak ediyor ve daha da önemlisi onların peşinden gidecek zamanı ve imkânı bulabiliyor: elbette bunu büyük şehirde yaşayacağım diye tutturmayarak yapıyor! Daha fazla imkân? Kime göre? Ne uğruna? Eminim, salt varlığıyla dahi bulunduğu yerde bir şeylerin değişmesine vesile oluyordur. Onu gören komşuları, arkadaşları, tanıdıkları “Hayat sana güzel,” diyorlarmış. O da “E gelin size de olsun, her gün aynı yerde oturmayın,” diyormuş. Yani aslında bazı şeyler mevcut şartlar dahilinde bizim seçimlerimizle de değişebiliyor, işte ben olsa olsa bu duruma “kendi talihinin mimarı olmak” derim! Ben de kendisinin el emeği bir bıçağını evimin salonunda gururla sergiliyorum. Kendisini merak ederseniz BURAYA TIKLAYARAK tanışabilirsiniz.

ŞİMDİKİ ÇOCUKLAR…

Eğitim meselesiyle de bağlantılı olarak, bence kitapta dile getirilen en önemli konulardan biri de ailelerin çocuk yetiştirme şekilleri. İlber Hoca elbette ki bir çocuk gelişimi uzmanı değil, fakat bu konuda dile getirdiği düşünceleri de hiç öyle yadsınacak cinsten değil. Burada dile getirilen konuların ben de Hoca gibi derinine inecek değilim, ipin ucunu yakalayıp derinleştirmek meraklıların işi olsun. Fakat kısacık da olsa değinmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Bir kere her şeyden önce benim de sadece çocuklar için değil, yetişkinler için de çok önemli olduğunu düşündüğüm beslenme meselesine değiniyor. Bir tarihçiden bekler miydiniz? Zannediyorum hayır. Oysa beklemelisiniz, zira insan ne yiyor ne içiyorsa onlardan oluşur ve eğitim de, sanat da, edebiyat da, tarih de, velhasıl hayatta her işin başı, klişeleşmiş de olsa sağlıktır. Kendisi de çocuk yetiştirme konusunda beslenmenin önemine dikkat çekiyor ve ekliyor: “Kimse artık Türk mutfağını tatbik etmiyor. Çocukların ne yedikleri belli değil. Anne-babaların kendileri de ne yediklerini bilmiyor zaten. Ayrıca çocuk neyi isterse onu yediriyorlar. Bu da yanlış, çocuğa her istediği yedirilmez. Daha da önemli bir mesele var. Türkiye, ABD, Hollanda, İngiltere ve daha böyle birkaç ülke, insanlarına hormonlu ve kimyevi gıda yediriyorlar. Bunlar maalesef kontrol edilmiyor. Kimse kusura bakmasın, bu saydığım ülkelerdeki gıda endüstrisinin insanları hiç itibar edilecek sanayiciler değiller. Çocuklara neler yedirdiklerini bir bilsek dehşete düşeriz. Mesela mısır şerbeti kullanıyorlar, halbuki bu şerbet Avrupa’daki üretimde yasak… Yani orada yok ama bizde kullanılıyor. Bu gıda sanayicilerimiz böyle tipler! Bir de şimdi içindekiler bölümüne kimyasal formüller gibi rakamlar yazıyorlar. İyi de ben biliyor muyum nitratı, potasyumu; ayrıca neden bileyim? Tüketicilerin de haliyle hiçbir şeyden anladığı yok. Haydi tüketici anlamıyor, onlara bu konuda yol gösteren kimse de yok. Sözün özü, hem çocuklar hem de büyükler açısından gıdaya dikkat etmek şart… Doğal gıdalar yenilecek, sık ve az yenilecek; hepsi bu kadar.” A-ha! Mısır şurubu! Hani şu dünyadaki açlığı bitirmek, birim kareden elde edilen ürün miktarını artırmak amacıyla laboratuvar ortamında genetik yapısıyla oynanarak elde edilen mısır tohumları kullanılarak elde edilen, peynirden mayonez ketçaba, konserve gıdalardan mısır gevreklerine aklınıza gelecek gelemeyecek her türlü paketli gıdaya konulan GDO ürünü mısır şurubu… Bu çok ciddi ve çok yönlü, uzun bir mesele, o yüzden daha fazla bahsetmeyeceğim. Fakat Dünya Sağlık Örgütü (WHO) gibi uluslararası birtakım örgütlerin sandığınız kadar masum olmadığını ve açlıkla savaş amacıyla oluşturulan bu organizmaların henüz bu konuda bir sonuca varamadığını fakat birilerinin bu sayede iyi paralar kazanıyor olduğunu bilmenizi isterim.

Bir de ailelerin çocuklarıyla zaman geçirmemesi gerçeğine dikkat çekiyor. Benim de gözlemim, en fakirinden en zenginine, nedense çoğu aile çocuklarına iyi bir hayatı paranın satın alabileceğini düşünüyorlar ve bu uğurda ya o gerekli gördükleri parayı kazanabilmek için çocuklarına ayırdıkları zamandan çalıyorlar, ya da parasını verip çocukları pahalı kurslara, okullara göndererek oralarda alacakları eğitimle çocuklarının uzaya çıkacaklarını düşünüyorlar. Oysa Hoca’nın da dediği gibi, “Bir çocuğu sürekli övmek iyi bir şey değildir. Böyle şeyler söyleyeceğine, onu övüp duracağına, çocuğunla bire bir uğraş; onun yanında ol, onunla beraber ol. Ama bu yok; onunla beraber olmak yerine, para harcamak var. Çocuk böyle yetişmez. […] insanlar çocuklarıyla uğraşmıyor. Şimdi çok moda oldu, her şeyi parayla halledebileceklerini zannediyorlar. Ama görgüsüzler, o kadar! […] Şu andaki gibi çocuk yetiştirilmez. Çocuğunuza zorluğu göstereceksiniz. Onu kendiniz eğitecek, onunla bağ kuracaksınız. Ismarlama, tezgâhtan çıkma eğitim olmaz. Çocuğun eğitimi; 10 kuruşluk dondurma, 50 kuruşluk pandispanya gibi satın alınamaz. Bizde çocuklar belli bir okula veriliyor, çünkü efendim orada hali vakti yerinde aileler çocuk okutuyor; verdikleri çocuğun da onlarla bir kalıba girmesi bekleniyor. Öyle bir şey olabilir mi? İnsanlar herhangi bir kalıba sırf okulla girmez, gayet açık ki bu, değişime uygun bir şahsi yetenek meselesidir. Okul dışı eğitim yönlendirmeleri bu asırda her ülkede başta gelmektedir.” Vakit geçirmediğiniz çocuğu nasıl tanıyacak, tanımadığınız çocukla nasıl bağ kuracaksınız ki?

Ayrıca kendisi iyi aile çocuğu olmanın illa paşa torunu olmak olmadığını söylüyor ve sorumluluk duygusunun önemini dile getiriyor: “Şimdiki çocukların mesela Türkçeleri yok; Fransızcaları, İngilizceleri de yok. Peki neleri var? Boş bir şımarıklıkları var, kendilerini disipline etme gereği duymamaları var. Böyle olunca sorumluluk da almıyorlar. Sorumluluk alamayan insanlar boş olur. Bir de hak talep ediyorlar. Sorumluluk duygun yoksa hak talep edemezsin. Çünkü hakkın temelinde sorumluluk vardır. Aksi de mümkün değildir. […] Sorumluluk duygusu teşekkül etmemiş bir adam hiçbir işe yaramaz.” Eminim kendi işini tek başına göremeyen, 25 yaşına bile gelse bir türlü büyümeyen, hayatının sorumluluğunu bırakın, ebeveynlerinin küçücük bir arzunuzu dahi yerine getirmekten imtina eden fakat aynı zamanda her şeye hakkı olduğuna inanan, kendi dilinde kendini ifade dahi edemezken her şeyi başarabileceğine inanmış dev bir özgüvenle yaşayan gençler ve çocuklar tanıyorsunuzdur. Ve sayıları giderek çoğalıyor, farkındasınızdır. Bu, toplumsal olarak ciddi bir problemin habercisi maalesef.

… VE MÜZİK, RESİM LİSAN MESELELERİ

Bunların dışında, çocuklara küçük yaşta verilmesi gereken en önemli üç eğitimin müzik, resim ve lisan olduğunun da altını çiziyor. “Çocuklar en başta müzik öğrenmelidir. Bir defa bir enstrüman çalsınlar. Keman, nefesli saz, piyano; ne olursa… Yani müzik öğrensinler. Bir çocuk illa büyük bir müzisyen olsun diye bir şart yok ama müzik öğrenmelidir. Çünkü müzik sadece kültürün önemli bir unsuru değil, mantığın da parçasıdır; bir düşünce yöntemidir. Müziğin düşünme ve kavrama yetisi için kazanç olduğu açıktır. […] mesele illa bir enstrümanı iyi çalmak değildir. Enstrüman çalmaya çalışırken, müziği dinlemeyi de öğreniyorsun. Bu çok önemli bir bilgidir ve hayatın boyunca seninle gider. O yüzden çocuklara müzik öğretmek ciddi ve ihmal edilmemesi gereken bir iştir. ” Lise ve ilköğretim yıllarımda aldığım cura ve gitar derslerinin bana bir çeşit başarısızlık duygusundan başka bir şey vermediğini düşünürdüm yıllardır. Çünkü ikisini de devam ettiremedim ve yarım bıraktım, itiraf etmeliyim fena bir müzik kulağım olmamasına rağmen galiba biraz da yeteneksiz bulurum bu konuda kendimi. Oysa bu satırları okuduktan sonra farkında olmadığım pek çok yetimin nereden geldiğini, nasıl geliştiğini daha iyi anladım. Yaşamınız boyunca bazı şeyleri dile getiremeden ve hatta farkında bile olmadan öğrenirsiniz, müziğin bana kattıkları da böyle olmuş. Resim için de benzer şeyleri söylüyor ve bir çocuğun az da olsa resim de öğrenmesi gerektiğini vurguluyor. “Bu konuda da illa becerikli olması gerekmez ama çocuğun resim bilgisi edinmesi iyidir. Herkes müzisyen olmayacağı gibi herkes ressam olacak da değildir. Ama herkesin resim, müzik bilmesi gerekir.”

Oysa maalesef müzik de, resim de ve hatta lisan da bizim eğitim sistemimizde kendine hak ettiği yeri bulamıyor. Henüz daha yeni yeni, o da devletin verdiği birtakım teşvikler, özel sektörün koyduğu “yabancı dil bilme zorunluluğu” gibi gerekli gereksiz alanlardaki potansiyel maddi getirisi hatırına lisan meselesinin önemi gündeme gelmeye başladı. Herkes her şeyi bilmek zorunda değil elbette, hayatı boyunca kendi kabuğu içinde yaşamak isteyen, mesleki veya kültürel herhangi bir anlamda kendini geliştirme derdi olmayan bir insanın da yabancı dil bilme gerekliliği hissetmemesi son derece normal. Fakat başka kültürleri, başka dünyaları merak eden, mesleğinde gelişmek isteyen, mesleği dışında entelektüel birtakım kaygıları olan bir insanın da dil öğrenmemek gibi bir lüksü aslında yok. “Dil çok önemli… İçinde bulunduğunuz çevreyi dilinizle yırtacaksınız, bu sayede değişik muhitlere gireceksiniz. Dil, insanı kafesinden çıkarıyor. Ayrıca bir tane dil bilmek yetmez. Bir dil biliyorsanız, ortalıkta dil bildiğinizi söyleyerek pek dolaşmayın. Bir dili herkes biliyor. Elbette öyle 9-10 değil ama en az 2-3 yabancı dil bileceksiniz ve bunların hakkını vereceksiniz. […] Sosyal bilimci, tarihçi, mühendis, doktor; hangi mesleğe sahip olursa olsun, insan kendi kültürü için de okur. İşte hedef; aydın rolünü üstlenmekse, üstüne vazife olmayan şeylerle de ilgilenmekse, mesleğinin dışındaki alanlara merak salmaksa, başka dünyalara adım atmaksa, tek bir dil hiçbir zaman yetmez.”

Ve bunu yapmak içinse en ideal yaşın aslında yalnızca yabancı dil öğrenme hususunda değil, aynı zamanda müzik, resim eğitimi ve hatta genel olarak eğitim açısından 15 yaş altı olduğunu söylüyor, bu sebeple aslında çocuklara bu bilgilerin küçük yaşta verilmesi çok önemli: “On beş yaşına kadar grameri ve lisanı öğrenmen lazım. […] Çünkü 15 yaşından sonra hiçbir şey hakkınca öğrenilmez. Hatta ana iş, meslek olarak öğrenilmemesi tavsiye edilir! Öğrenmek derken, yarım yamalak öğrenmekten değil; gerçekten öğrenmekten bahsediyorum. 15’inden sonra bir lisanı çok iyi derecede öğrenemezsin. Mesela ata binmeyi de öğrenemezsin, düşer kafanı kırarsın. Piyano çalmayı öğrenemezsin. Kısacası o yaştan sonra hiçbir şey öğrenilmez; ancak belirgin bir şeyin üzerinde yeni yöntemler, geliştirmeler yapılabilir. […] Çocuğun beş yaşından itibaren lisan öğrenmesi gerekir.” Tecrübelerime dayanarak, 30 yaşıma iki kala İtalyanca öğrenmeye çalışan biri olarak ben de bu bilgiyi doğrulayabilirim. Öğrenme hızımın eskiye göre yavaşladığını maalesef ki görebiliyorum.

PEKİ YA SEYAHAT VE DİĞER KONULAR?

Bütün bunların dışında, yol göstericiliği anlamında en faydalı bulduğum bölüm ise “Nasıl Seyahat Edilir, Nereleri Görmek Gerekir?” isimli gezmek üzerine olan bölümün içeriği oldu. Yalnızca burada verilen rota ve yer önerileri değil, verimli bir kültür gezisi gerçekleştirebilmek için yapılması gereken birtakım önemli detayları veriyor olmasını da son derece iyi buldum. Örneğin, “Bir şehri gezmek emek ister. Okuyacaksınız, harita bakacaksınız, notlar alacaksınız, fotoğraf çekeceksiniz ve defter tutacaksınız.” diyor ve gezilecek yerler hakkında önceden okuyarak bilgi edinmenin, gezi sırasında da gün içinde en az iki saat bir yerde oturup okuma yapmanın, notlar almanın ve özellikle ilk kez gittiğiniz bir yerse mümkün olduğunca az dinlenerek ve yürüyerek gezmenin önemine dikkat çekiyor. Aynı zamanda varlıklı Türklerin gezmeye Amerika’dan başlayıp başka da bir yere gitmemelerini de eleştiriyor ve herkesin aşinası olduğu Londra, Roma, Paris, Viyana gibi şehirlerin yanı sıra belki de aklınıza hiç gelmeyecek İran, Kahire, Petra, İsfahan, Semerkand, Yaroslav, Padova ve Siena gibi şehir ve ülkelerden bahsediyor. Aynı zamanda bu şehirlerle ilgili bilgiler de edinebiliyorsunuz. Yurt dışı rotaları dışında, “İnsan seyahat edecekse önce yakın çevresinden başlamalı. […] Öyle ki Türkiye, başka ülkede yaşasan bile muhakkak ziyaret etmen gereken bir yerdir.” Diyerek Türkiye içinde de görülmesi gereken pek çok yerden bahsediyor ve işe yarayacak rotalar öneriyor. Ayrıca hem bu bölümde hem de diğer bölümlerin bazılarında maddeler halinde tavsiye listeleri bulunuyor, buralar da işinize yarayabilir; ancak söylediğim gibi, bu listeleri dikkate alırken, bu listeleri oluşturan kişinin ve onun zevklerini şekillendirenin sosyal bilimler olduğunu unutmamalı. Bu listeler arasında benim en sevdiklerim İlber Hoca’nın tavsiye ettiği 32 klasik müzik albümü listesi, İlber Hoca’nın okuma notları ve İlber Hoca’nın tavsiye ettiği 25 kitap listesi oldu.  

Esasında bahsini edebileceğim, alıntılar yapabileceğim daha pek çok konu var fakat onları da artık başka yerlere, başka sohbetlere bırakıyorum, burada lafı fazlasıyla uzattım. Fakat gitmeden son olarak genel kültür olduğu kadar magazinsel de sayılabilecek birkaç şeyi daha yazmadan edemeyeceğim. Örneğin, II. Abdülhamid’in aynı zamanda çok başarılı bir marangoz olduğunu, 16. Yüzyıldan kalma evrakın hem hava almasını hem de bozulup kurtlanmamasını temin eden özel dolaplar imar ettiğini; İlber Hoca’nın zamanında bir partiden milletvekilliği teklifi aldığını ve kararsız kaldığını, aynı dönemde cumhurbaşkanı olan Demirel’in konuyla ilgili kendisine “Kabul etmeyin. Sizin gibi insanlar bu milletin vicdanıdır, siyasetle işiniz yok.” diyerek kendisini vazgeçirdiğini; arkadaşlık ettiği Can Yücel ve eşi Güler Hanım’ın ilişkilerine ve çocuklarına dair fikir ve görüşlerini; yine arkadaşlık ettiği Yaşar Kemal ve eşi Tilda Hanım ile ilgili “Her dostumun hayat görüşünü paylaşmam ama görüşlerinden faydalanırım,” diyerek onlarla geçirdiği zamanlara ve yine ilişkilerine dair fikir ve gözlemlerini paylaştığı satırları da keyifle okudum. Söylediğim gibi, yalnızca benim burada öne çıkardığım konular değil, sekiz ana başlıkta toplanmış pek çok konuda tavsiye, tespit ve bilgilerin yer aldığı, İlber Ortaylı standartlarına göre görece daha akıcı, daha kolay okunan, tatilde de iyi giden bir kitap olmuş “Bir Ömür Nasıl Yaşanır?” söyleşisi. Öte yandan, bir kişisel gelişim kitabı tadındaki başlığına ve vaatlerine aldanmadan, daha mütevazı beklentilerle okunması ve tavsiyelerine güvendiğiniz bu kişinin de bir insan ve bir sosyal bilimci olduğunu unutmadan kitabı eline almanızı hatırlatmamda fayda var diye düşünüyorum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'den Defolup Gitmek

Goethe'nin İtalya Seyahati'nden Bize Kalan

Gülümseyen Van Gogh: "Çiçek Açan Badem Ağacı"