Kendine Ait Bir Hayat

         Züğürt Ağa filmini bilir misiniz? Kuraklıkla birlikte açlığın ve işsizliğin had safhaya ulaştığı bir köyün ağasının köyden kente göç etmek zorunda kalmasını traji-komik hikayelerle anlatır. Şener Şen’in canlandırdığı Züğürt Ağa’nın bir de babası vardır, hani pek çok şakaya konu olan, ardında sakladığı trajediden pekçoğumuzun farkında bile olmadığı o meşhur  “Ben garı istiyem,” repliğini film boyu duyduğumuz eski ağa. Yaşını başını almış, hatta bunamış, üç karısını toprağa gömmüş, dördüncüyü de bu yaşına rağmen sürekli döven ve ortalarda mütemadiyen “Ben garı istiyem,” diye dolanan bu adam en sonunda başlık parasını verip torunu yaşında bir fakir kızı alır ve düğün gecelerinde can verir. Elbette ki dikkat çekmeye çalıştığım trajedi, bu arsız dedenin muradına eremeden gencecik kızın koynunda can vermesi… Düğün gecesi dedesi yaşında kocası koynunda can veren Kiraz’ı, filmin geri kalanında dede-kocasının hayatta kalan dördüncü karısı ve gelininden sürekli dayak yiyerek, hizmetçilik yaparken görürüz.

         Peki,  tam da burada, sizce Kiraz’ın suçu tam olarak ne?

         Bu hikaye, çok uzak değil, 1980’lerde ve muhtemeldir öncelerinde, Anadolu köylerindeki kadınların yaşam koşullarına ait çarpıcı bir örnek. Ve daha da acısı, neredeyse 50 yıl sonra bugün, Anadolu topraklarında bu koşullarda yaşamak zorunda olan kim bilir kaç kadın var… Haritada biraz daha yukarı çıkıp kuşbakışı bakacak olursak, kim bilir dünya üzerinde bu ve benzeri ve daha farklısı maddi manevi olumsuz koşullarda yaşamak zorunda olan kim bilir kaç kadın var…

         Bu hikayede ve daha kim bilir kaç hikayede, belki klişe ama üzgünüm gerçek şu ki; Kiraz’ın ve diğer kadınların suçu kadın olmak.

         Çevrenizde, arkadaşlarınız arasında, daha da kötüsü ailenizde, kadın olduğu için bir takım haklardan mahrum olan, haksızlığa uğrayan, bir takım isteklerini sürekli ertelemek zorunda olan ve dile bile getirmekten korkan, çoğu zaman kendine bile itiraf edemeyen, sahip olduğu yeteneğin farkında bile olmayan, olamayan kadınlar yok mu?

         “Neden hiç kadın mucit yok? Neden dünyaca ünlü kadın edebiyatçı/sanatçı/biliminsanı sayısı erkeklerden daha az? Peki ya kadın şair? Hatta çok iyi olduğunuzu iddia ettiğiniz mutfakta bile yeriniz yok, en iyi aşçılar hep erkek… Yeteneksizsiniz, beceriksizsiniz, zayıfsınız da ondan… Kadınların aklı ermez bazı şeylere… Doğuştan zayıftırlar… Anlamazlar ki.. Beceremezler. ”

         Bazılarınızın düşüncelerinden oluşan küçük bir potporiydi biraz önce okuduklarınız ve ben artık bu tip şeylere iyi niyetle bile gülümseyemiyorum…

         Bu yarışı, şayet bu bir yarışsa veya bir kıyaslamaysa, adaletsiz koşullarda aleyhine pek çok unsurla birlikte yaşaman zorunda olan kaç kişi önde tamamlayabilir ki?

         Kadın meselesi çok yönlü, ucu bucağı görünmeyen, çetrefilli ve ele alınması çok zor bir mesele. Bunu birkaç satırla enine boyuna anlatmam elbette mümkün değil. Burada sadece, sevgili Virginia Woolf’un bundan yıllar önce, “Sanat eserleri hangi koşullarda yaratılabilir? Bir kadın neden iyi edebi eserler veremez?” sorularına verdiği cevaplardan yola çıkarak bu konuya değineceğim.



***

         Çoğumuzun bildiği üzere, ele aldığım kitabın adının kerameti, yani “kendine ait bir oda”, Virginia Woolf’un kadınlar için salık verdiği en birinci gerekliliklerden biriydi. Burada kendine ait oda, esasında kendine ait özgürlüklere sahip bir yaşam alanı ve bu yaşamın temel koşulu olan maddi özgürlüğü simgeliyordu. “Öyle ki,” diyordu Woolf, “para kazanıp kendinize ait bir odaya sahip olmanızı istediğimde, sizlerden, açığa vurabilseniz de vuramasanız da gerçekliğin huzurunda, canınıza can katan bir yaşam sürmenizi istiyorum.”

Sahi, hanımlar, ekonomik özgürlüğü olan ve olmayan tüm hanımlar, kaçımızın kendine ait bir odası var? Yatak odalarımızdan, oturma odalarımızdan veya çocuklarınızın odalarından, mutfak sanatlarına gönül vermediğiniz takdirde mutfaklarınızdan da söz etmiyorum. Kendinize özel, kendinizle başbaşa kalıp herhangi bir alanda üretim yapabileceğiniz, içeriği size özel, yetenekleriniz veya hobilerinizi gerçekleştirebileceğiniz ekipmanlarla döşeli bir odadan söz ediyorum. Bir çalışma odası, bir cam atölyesi, bir resim odası, bir dikim veya marangoz atölyesi… Aklınıza gelebilecek herhangi bir alanda, size özel bir şeyler üretebileceğiniz, küçük de olsa size ait bir oda…

         Virginia Hanım, özgürce çalışabileceği böyle bir odaya ancak teyzesinden kendisine miras kalan aylık 500 sterlini düzenli olarak elde etmeye başladıktan sonra sahip olabilmiş ve bu mirasın kendisine gökkubbenin örtüsünü açtığını, “Milton’ın sürekli tapınmasını salık verdiği bir beyefendinin o kocaman dayatmacı silueti yerine, uçsuz bucaksız bir gökyüzü manzarası koyduğunu” nice sonra fark etmiş.

***

         “Entelektüel özgürlük maddi şeylere bağlıdır. Şiir de entelektüel özgürlüğe bağlıdır. Ve kadınlar her zaman yoksul olmuştur, yalnızca iki yüzyıl boyunca değil, zamanın başlangıcından bu yana. Kadınlar, Atinalı kölelerin oğullarından daha az entelektüel özgürlüğe sahipti. O halde kadınların zerrece şiir yazma şansı olamazdı. Işte bu yüzden parayı ve kendine ait bir odayı bu kadar vurguladım,” diyor. Kardeşi onu maddi olarak desteklemeseydi şayet, Vincent Van Gogh yüzlerce tablosunu yapacağı malzemeyi nasıl alırdı? Kraliyet kasası sponsoru olmasaydı, Goya günümüze ulaşan onlarca tabloyu yapabilir miydi? Yeni yetme Türk devleti desteğini vermeseydi, Yahya Kemal o güzel şiirlerini yazabilir miydi? Emin olun, ama filanca da çok fakirdi, diye sayacağınız isimlerin de sanatını icra ederken temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek maddi imkanları veya destekçileri vardı. Düşünsenize, kendine ait bir odayı bırak, kendine ait, nasıl harcayacağı kendi tasarrufunda olan on parası bile olmayan kadınlar... Çoğu zaman hür iradesiyle ve  aşkla bile değil, ailesinin çeşitli sebeplerle uygun gördüğü için evlendiği bir adama tabii olarak, hayatını ve hayallerini bu adamın ufkuyla sınırlandıran, sınırlandırmak zorunda kalan kadınlar… Yeteneklerini keşfedemeden, keşfetse dahi maddi imkansızlıklardan ötürü peşinden gidemeyen kadınlar… Hepsi değilse de içinden birkaçında bir Cemal Süreya, bir Yaşar Kemal, bir Abidin Dino potansiyeli olduğundan kuşkum yok.

         Nitekim, kendi coğrafyası adına Virginia Woolf da benimle aynı fikirde: “Keşke Anne Seton ve onun annesi ve onun da annesi para kazanma denen büyük sanatı öğrenmiş olsalar ve paralarını, babalarının ve onlardan önceki büyükbabalarının yapmış olduğu gibi, kendi cinslerinin kullanımına tahsis edilecek üniversite vakıfları, okutmanlıklar, ödüller ve burslar kurulması için bırakmış olsalardı, o zaman burada kendi başımıza bir keklik ve bir şişe şarapla oldukça iyi bir akşam yemeği yiyebilir, cömertçe desteklenen mesleklerden birinin korumasında geçirilecek keyifli ve onurlu bir hayatı dört gözle ve taşkın bir özgüvenle bekleyebilirdik. Araştırma yapıyor ya da yazıyor, yeryüzünün kutsal yerlerinde dalgın dalgın geziniyor, Partenon’un basamaklarında derin düşüncelere dalıp oturuyor ya da saat onda ofise gidip dört buçukta, biraz şiir yazmak için rahatça eve dönüyor olabilirdik.” Fakat ne çare ki, yalnızca bu coğrafyalarda değil, dünyanın hemen her bölgesinde kadınların ekseriyatı, yüzyıllar boyu kendilerine ait biro da ve kendi tasarruflarında olan sabit bir gelir özgürlüğüne sahip değillerdi, ki durum bugün de kadınlar açısından bu konuda pek iç açıcı değil.



         Peki ya kadınların yaşam koşulları?

         19. yüzyıl kadınları için şöyle yazıyordu Woolf: “Eğer bir kadın yazıyorsa, ortak oturma odasında yazmak zorundaydı. Ve (Florence) Nightingale’in de ‘kadınların kendilerine ait diyebilecekleri… yarım saatleri bile olmaz hiç’ diye öfkeyle yakındığı gibi, kadının çalışması her zaman sekteye uğrardı. Yine de o odada düz yazı türünde kurmaca metinler yazmak, şiir ya da oyun yazmaktan daha kolay olurdu. Daha az yoğunlaşma gerektirirdi bunlar. Jane Austen hayatının sonuna kadar öyle yazmıştı. Yeğeni, ‘Bütün bunları başarabilmesi şaşırtıcıydı,’ diye yazar anılarında, ‘çünkü çekilebileceği ayrı bir çalışma odası yoktu ve işin çoğu ortak oturma odasında, her türlü gündelik aksamaya maruz kalarak yapılmış olmalıydı. Hizmetkarlarda, ziyaretçilerde ya da kendi ailesi dışında herhangi birilerinde uğraşının ne olduğuna dair şüphe uyandırmamaya dikkat ederdi.’ (Memoir of Jane Austen, yeğeni James Edward Austen-Leigh)” 19. yüzyılda Avrupa’da durum böyleymiş de şimdi sayıları oldukça az azınlıklar dışında durum farklı mı dersiniz? Veya öncesinde ne kadar farklıydı?

         Ama içler acısı olan, […], on sekizinci yüzyıldan önce kadınlar hakkında hiçbir şey bilinmeyişi. Zihnimde evirip çevirebileceğim hiçbir model yok. Işte burada, kadınların Elizabeth döneminde neden şiir yazmadıklarını soruyorum ve nasıl bir eğitim aldıklarından, onlara okuma yazma öğretilip öğretilmediğinden, oturma odalarını kendilerince kullanıp kullanmadıklarından, kaç kadının yirmi bir yaşına gelmeden çocuk sahibi olduğundan, kısacası onların sabah sekizden akşam sekize kadar neler yaptığından emin değilim. Besbelli paraları yoktu, Profesör Trevelyan’a göre, isteseler de istemeseler de, daha çocuk odalarından çıkmadan, büyük olasılıkla on beş-on altı yaşlarında evlendirilirlerdi. Bu durumda eğer içlerinden biri ansızın Shakespeare’in oyunlarını yazmış olsaydı, bunun son derece tuhaf olacağı sonucuna vardım ve şimdi ölmüş olan o yaşlı beyefendiyi düşündüm, sanırım bir piskopostu ve geçmişte, şimdi ve gelecekte herhangi bir kadının Shakespeare’in dehasına sahip olmasının imkansız olduğunu beyan etmişti. Tanıdık geldi mi? Kadınlar ile ilgili benzer demeçlerin mühim (!) erkekler tarafından verildiği kim bilir kaç tane örnek aklınıza geldi bile öyle değil mi? Peki ya 18. yüzyıl öncesi Anadolu’daki kadınların sabah sekizden akşam sekize uğraşıları? Edebi eser oluşturmayı bırakın, layıkıyla dinlenebilecek, uyuyabilecek zamanları var mıydı acaba? Anadolu’dan yönümüzü İstanbul’a, “seçkin” ailelerde yaşayan kadınlara çevirelim. Kim bilir kaçında Jane Austen kadar yazabilecek ortam ve imkan vardı? Oturup herhangi bir konuda, herhangi bir şeyler yazabilmek için pek çok asgari gereklilik vardır ve yıllar ve coğrafyalar boyu, kadınların yaşam koşulları bu asgari gerekliliklerden yoksun bırakıyordu onları.

         Her daim özbakımlarından erkeklerden daha çok sorumlu oldukları çocukları eteklerinde, temizlik, çamaşır, bulaşık, ütü, yemek ve sofra hazırlığı, evin genel düzen ve idaresi gibi yığınla evsel sorumluluklar ve hatta ev ekonomisi… Henüz geniş ailelerle birlikte genişleyen yaşlı ve çocuk bakımı sorumluluğu, misafir ağırlama, bahçe ve hayvan bakımı gibi şeylerden söz etmedim. Esasında tüm bunlar kendi başına bir meslek, hiçbir zaman hakkı teslim edilmemiş, yoksayılmış ve yıllar içinde daha da fazla değersizleştirilmiş bir garip gizli meslek ya, neyse… Tüm bu koşullar altında, buyrun bir kadından sanat, edebiyat ve bilime katkıda bulunmasını isteyin bakalım!

         Bitti mi? Elbette ki henüz bitmedi! “Bu tür maddi güçlükler ürkütücüydü, ama maddi olmayanlar daha da beterdi. Keats, Flaubert ve diğer deha sahibi erkeklerin katlanmakta zorlandığı dünyanın umursamazlığı, kadının durumunda umursamazlık değil düşmanlıktı. Dünya kadına, erkeklere dediği gibi, istiyorsan yaz, benim için fark etmez demiyordu. Nahoş bir kahkahayla şöyle diyordu: Yazmak mı? Yazmak senin neyine?” Hadi maddi imkansızlıkları bir kenara bırakalım, kadınlar için bu konuda bir de madalyonun diğer yüzü var: “eril fikirler yığını sorunsalı” ve beraberinde gelen “kendi olma özgürlüğü”.

         Şöyle ifade ediyor Woolf: “Farz edelim ki bir baba en asil güdülerle, kızının evden ayrılıp yazar, ressam ya da bilgin olmasını istemedi. ‘Bak, Oscar Browning ne diyor?’ diyecekti, hem sadece Oscar Browning yoktu ki, Saturday Review vardı, Bay Greg vardı- ‘Bir kadının varoluşunun temelleri,’ diyordu Bay Greg, üstüne basa basa, ‘geçiminin erkekler tarafından sağlanması ve onun da erkeklerin istek ve ihtiyaçlarıyla ilgilenmesidir’- entelektüel bakımdan kadınlardan hiçbir şey beklenemeyeceği anlamında muazzam bir eril fikirler yığını vardı. Babası bu fikirleri yüksek sesle okumasa da her genç kız onları kendi kendine okuyabilirdi ve bu okuma, on dokuzuncu yüzyılda bile onun yaşama gücünü azaltmış, eserlerini derinden etkilemiş olmalıydı. Itiraz edilecek, üstesinden gelinecek o iddia her zaman olacaktı: Bunu yapamazsın, şunu yapacak yeteneğin yok.” Neden? ÇÜNKÜ KADINSIN. Veya çocukluğumda sıklıkla duyduğum gibi, “Çünkü kız çocuğusun!”

         Basit bir işte bile motivasyon ve desteğin önemi malum. Burada edebiyattan söz ediyoruz. Sürekli olumsuz eleştiri, sürekli karalama, sürekli yermeyle karşı karşıya kalan kadınlar, kendilerine çizilen sınırların dışına çıkmayı düşündükleri anda buna pişman edilen kadınlar… Burada hangi özgür düşünceden, hangi edebi varoluş sürecinden nasıl söz edebiliriz? Ölümüne bir değersizleştirme çabası da cabası! “Ve değil mi ki roman gerçek hayatın bir tür yansımasıdır, öyleyse değerleri de bir dereceye kadar gerçek hayatın değerleridir. Ama kadınların değerlerinin çoğu kez farklı olduğu apaçıktır, doğal olarak öyledir bu. Ancak, hüküm süren değerler eril değerlerdir. Kabaca konuşacak olursak, futbol ve spor ‘önemli’, modaya tapınmak ve giysiler almak ‘abes’ olarak nitelenir. Ve bu değerler kaçınılmaz biçimde yaşamdan kurmaca edebiyata aktarılır. Bu önemli bir kitap, diye varsayar eleştirmen, çünkü savaştan söz ediyor. Bu önemsiz bir kitap, çünkü bir misafir odasındaki kadınların duygularından söz ediyor.

         Öyle ya, kim takar bir misafir odasındaki kadınların duygularını. Yeterince önemli (!) olsalardı orada olmazlardı zaten değil mi? Tanıdık geldi değil mi? Biz kadınların dünyasında doğup büyümeye çalışan fikirler, ne zaman, ne ölçüde karşı cinse yeterince önemli ve dikkate değer geldi ki? Sırf bu nedenle düşüncelerinde bile erkekleşti nice hemcinslerimiz, erkeklerin  bizi kısıtlamak ve kontrol etmek için uydurduğu onca saçmalığın kadın sözcüleri, savunucuları oldular, eril fikirler yığınında kendilerine de yer bulabilmek için!

         Gelelim zihinsel ve fikirsel özgürlük, kendin olabilme meselesine…  Sanat ve edebiyat nasıl oluşur ki zaten? Özgünlük değil midir bu işin özü esasen? Her iki cins için de, insanın kendisi olması özgürlüğü müthiş  bir öneme sahip. Hele ki edebiyat ve sanatta! “Kadınlar erkekler gibi yazsaydı ya da erkeklere benzeseydi, binlerce defa yazık olurdu, çünkü eğer dünyanın enginliğini ve çeşitliliğini düşündüğümüzde iki cins bile yetersiz kalıyorsa, yalnızca tek bir cinsle nasıl idare edebiliriz? Eğitimin benzerliklerden çok farklılıkları öne çıkarıp güçlendirmesi gerekmez mi?” Peki kadınlar bu özgürlüğe ne kadar sahiptiler ve dahi sahipler? Bir tarafta “hiç engellenmemiş ya da karşı çıkılmamış, doğduğu andan itibaren kendini istediği yönde esnetmek için tam bir serbestliğe sahip olmuş bu iyi beslenmiş, iyi eğitim almış özgür zihin” bir tarafta doğduğu andan itibaren her hareketi kısıtlanmış, en ufak aykırılığına karşı çıkılmış, kendini istediği yönde esnetmeyi bırak, etrafına çizilen çemberin ötesine geçemeyen, serbestlikten yoksun, çoğu zaman zihinsel beslenmeyi bırakın, çoğu yerde mutfakta dahi erkeklerden ve çocuklardan kalanlarla karnını doyurmak zorunda kalan ve temel eğitim hakkından mahrum bırakılmış kadınlar…

         “On altıncı yüzyılda büyük bir yetenekle doğan herhangi bir kadın kesinlikle çıldırabilir, kendini vurabilir ya da günlerini köyün dışında ıssız bir kulübede, korkulan ve alay edilen yarı cadı yarı büyücü biri olarak tüketebilirdi. Çünkü şiir yeteneğini kullanmaya kalkışmış olan son derece yetenekli bir genç kız, diğer insanlar tarafından öylesine öylesine engellenip kösteklenir, kendi karşıt içgüdüleri tarafından öylesine farklı yerlere çekilip işkenceye uğratılırdı ki, onun akıl ve beden sağlığını kesinlikle yitirdiğini bilmek için psikoloji uzmanı olmaya gerek yok.” Hayatlarının baharında, daha nicelerini yazabileekken, yaşamlarından vazgeçerek gencecik yaşta aramızdan ayrılan Didem Madak ve Tezer Özlü… 16. yüzyıla uzanmaya ne hacet, birkaç on yıl öncesi sadece…

         Bunca maddi manevi zorluk, sorumluluk, negatip ayrımcılık ve kısıtlamalar arasında, hala sorabiliyor musunuz neden bir tane de kadın Shakespeare yoktu diye? Kadınların zihinsel ve fiziksel özgürlük geçmişleri ne kadar ki? Ne zamandır kendilerine ait odaları, hadi odayı geçtim, birkaç saatleri var? “Kitaplar, biz onları ayrı ayrı değerlendirme alışkanlığında olsak da, aslında birbirinin devamıdır. […] Nasıl ki Marlowe olmadan Shakespeare, Chaucer olmadan Marlowe, ya da yolu açan ve dilin doğal yabaniliğini ehlileştiren o unutulmuş şairler olmadan Marlowe yazamaz idiyse, kendilerinden öncekik adınlar olmasaydı Jane Austen, Brontë kardeşler ve George Eliot da yazamazdı. Zira başyapıtlar tek ve yalnız doğumlar değildir; onlar yıllarca ortaklaşa düşünmenin, topluluklarla birlikte düşünmenin sonucudur, o tek sesin ardında tüm kitlenin yaşantıları vardır. ”

***
İlkokul ve lise yıllarımda defalarca maruz kaldığım “O zaman neden hiç kadın mucit yok, büyük kadın edebiyatçı yok? Olmaz tabi, ehehehh..” alaylarına artık verecek sayfalarca cevabım var, buyrun efendim. Yeteneksiz olan, beceriksiz olan kadınlar değil, yüzyıllardır vicdansız olan, temel haklarını onların elinden acımasızca alan, kadınıyla erkeğiyle bu zihniyeti yaşatan ve semirten sizlersiniz.
        
Bütün bu suçlayan, küçümseyen, kısıtlayıcı “eril fikirler yığını”, çocukluğumdan beri kadın erkek fark etmeksizin söyleyenin eğitim, kültür ve görgü seviyesine göre çeşitli şekillerde defalarca önüme geldi. Çocukken, maruz kaldığım haksızlığa karşı etrafımda sesini yükselten benden başka kimse olmadığı için, kendimi hep yalnız hissettim. İlkokulda durduk yere bana sataşan, defalarca uyarmama rağmen inatla saçımı çekmeye devam eden erkek arkadaşımı öfkeyle gelen Deli Dumrul kuvvetimle askılığa astığımda da, lisede “sevgilimden ayrıldım ben aslında sana aşığım” diye haftalarca peşimde pervane olan bir başka erkek arkadaşımın esasında sevgilisinden ayrılmadığını, ikimizi birlikte idare etme hevesinde olduğunu ve tüm okulun benim onların arasına girdiğimi düşündüğü için meğer selamı sabahı kestiklerini şokla öğrendiğimde de, elbette suçlu olan, söz hakkı tanınmayan, “kız çocuğu olduğum için bana yakışmayan davranışlar sergileyen” bendim, ahlaksızlığı da terbiyesizliği de yapanlar erkekler olmalarına rağmen… Ve evet yıllar boyu çok yalnız hissettim. Yanlış değil ama yalnız, çünkü hiç kimsenin sesini çıkarmayıp sessizce kabul ettiği haksızlıklar benim göğsümde kabararak nefesimi kesiyordu. Sebep her seferinde dönüp dolaşıp “O erkek yapabilir, sen kız çocuğusun yakışık almaz, olmaz”a dayanıyordu. Onların yanlış yapmaya hakkı oluyor, benim yanlışı aklımdan geçirmeme bile müsaade olmuyordu. Başımı sağa sola çevirip baktığımdaysa benden başka herkese bu durum son derece normal geliyordu. Normal olmadığını biliyordum ya, şimdi artık yalnız olmadığımı da biliyorum. Gökyüzüne bakmanın bile mümkün olmadığı kapalı bir kutuya benzettiğim küçük Anadolu şehrimden çıktığımdan, farklı şehirler, farklı ülkeler, farklı kültürler, farklı insanlar tanımaya başladığımdan bu yana, yalnız olmadığımı pek çok kez gördüm, yanlış olmadığıma defalarca kez emin oldum. Artık bu tip şeyleri dinlemeyi bırakın, duymuyorum bile. Karşılaştığım tüm kısıtlamaları, “Yapamazsın!” dedikleri her şeyi birer birer başararak geride bıraktım, yaşadığım tüm haksızlıklara cevabımı da, kendi doğrularımla, gönlümce, kadınlığımla hayatımı yaşayarak veriyorum, gerektiğinde vicdan ve akla hitap eden tavsiyeleri de dinleyerek:
Virginia Woolf illustrasyonu (alıntıdır)

“İster incir çekirdeğini doldurmayan, ister uçsuz bucaksız bir konuda olsun, sizin hiç duraksamadan her türlü kitabı yazmanızı isterim. Umut ediyorum ki ne yapıp edip yolculuk yapmaya, zaman öldürmeye, dünyanın geleceği ya da geçmişi üzerine düşünüp taşınmaya, kitaplar hakkında hayal kurmaya ve sokak köşelerinde aylak aylak dolaşıp düşüncenin oltasını akarsuyun derinliklerine salmaya yetecek kadar para sahibi olursunuz. Çünkü sizi kesinlikle kurmaca edebiyatla sınırlamıyorum. Eğer beni ve benim gibi binlerce insanı hoşnut etmek isterseniz, gezi ve macera, araştırma ve bilim, tarih ve biyografi, eleştiri ve felsefe kitapları yazabilirsiniz. Böyle yapmak suretiyle, kuşkusuz kurmaca edebiyat sanatına da yarar sağlayacaksınız. Çünkü kitaplar bir şekilde birbirini etkiler. Şiir ve felsefeyle haşir neşir olan kurmaca edebiyat daha çok gelişecektir. […] sizlerden daha çok kitap yazmanızı istediğimde, sizlere kendiniz için de, bütünüyle dünya için de hayırlı olacak şeyi yapmanızı ısrarla tavsiye ediyorum.”

        

 Tüm alıntılar bahsi geçen kitaptandır.

        

         

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'den Defolup Gitmek

Goethe'nin İtalya Seyahati'nden Bize Kalan

Gülümseyen Van Gogh: "Çiçek Açan Badem Ağacı"