Sokakları Köpüklerle Yıkanan Şehir



Literatürde geçen uluslararası ilişkiler teorilerinden birine göre, gelişmiş ülkeler sahip oldukları standartları, gelişmemiş ülkelerin gelişmemişliklerine borçludurlar. Gelişmekte olan ülkeler dünya sistemine entegre olabilmek adına bir takım aşamalardan geçmek zorundadırlar ve geçmek için çabalarlar; öte yandan gelişmiş ülkeler pozisyonlarını korumak ve daha iyi duruma gelebilmek için yeni yöntemler bulmak zorundadırlar ve uğraşırlar. İki taraf da varlığını bir diğerinin varlığına borçludur zira gelişmiş ülke, gelişmekte olanı sömürürken pozisyonunu korur.

Elbette bu teoriye karşı pek çok teori geliştirilmiş, tartışılmış, eleştirilmiş, konuşulmuş ve konuşulmakta. Fakat bir an için, teorinin doğruluğunu kabul edelim, ki bugüne kadar şahit olduğum, gördüğüm, duyduğum, okuduğum pek çok şey tüm acımasızlığına rağmen bu teorinin doğruluğuna beni pek çok zaman inandırmıştır.

Dünyanın bir ucunda bir başkentte, Antananarivo'da, insanlar üzerinde araba kullanacak yolu bırakın, asfalt bulamazken, başka bir ucunda eski bir başkentte, Bonn'da geniş, tertipli ve düzenli yollar köpüklü sularla yıkanıyor. İki taraftan birer kişi alıp yer değiştirsek, ikisi de bulunduğu yerde yaşayamaz, aklını yitirir, bileklerini keser, yabancılaşma öyle derin. 

Yukarıda bahsi geçen teori doğruysa şayet, dünyada bazı ülkeler gelişmiş olmaya, diğerleriyse gelişmekte olmaya mecbursa hayatlar boyu, misal ben ve benim gibi insanlar, hangi tarafta yaşamalıyız? 

Madagaskar'da, imkansızlıklarla imkan yaratmaya çalışarak, hiçbir zaman onlar gibi yaşayamayacak olmaktan ötürü, misal yalınayak gezemeyerek, onlara göre standartları hep yüksek bir yaşam şekliyle maddi ve manevi mücadelelerle aralarında var olmaya çalışmak mı? Yoksa Almanya gibi refah düzeyi yüksek, maddi manevi imkanlarıyla pek çok fırsata gebe bir ülkede yine onlardan biri gibi olamadan ve fakat kendi yaşam şeklini şartlar gereği görece özgür yaşayarak var olmaya çalışmak mı?

Kulağa bencil gelecek biliyorum, fakat ben galiba ikinciyi seçerdim şayet iki seçenek arasında kalsaydım. Çünkü şunu öğrendim, dibine ışık veremeyen mum esasında kimseyi aydınlatamaz, o pek meşhur atasözü yanıltıcı öğüt verir. Bozuk saatten kim ne kadar hayır görebilmiş ki bir başkası ona bakıp kendini bilsin. Önce sen iyi olacaksın, kendini ve dibini aydınlatacaksın ki ışığın dağılacak yol bulsun. Ve fakat dikkat edeceksin ışığını söndürecek iki faydasıza: bencillik ve hodgamlık. Vicdan rahatlatmayacaksın misal köşedeki dilenciye verdiğin üç kuruşunla, 40'ta bir bile olmayan. Unutmayacaksın ötekini, ötekileri. Aklımda, diyerek yaşayacak, el uzataksın icabında, gücün yettiğince. Her sene dünyanın başka bir cennet koyuna gitmeyivereksin de misal, bir çocuğa, bir anneye, bir hastaya el uzatacaksın sevgiyle.

Bu tarafta bu kafayla yaşarsan, milyoner olamazsın, çok zengin, çok ünlü, çok çok çok ... olamazsın. Zira basmayacaksın kimsenin kafasına küçük dünyanda bile. Onlardan biri olmayacaksın; hak yemeyeceksin bile bile. Fakat sonunda başını yastığa huzurla koyacak, aldığın nefesten, içtiğin sudan tat alacaksın. İnsan olacaksın naçizane, onurunla, haysiyetinle. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'den Defolup Gitmek

Goethe'nin İtalya Seyahati'nden Bize Kalan

Gülümseyen Van Gogh: "Çiçek Açan Badem Ağacı"