Bir Ankara Yazı
Bu yaz ben,
Ankara’nın ne kadar sıkıcı olabileceğini, yanında iyi hissettiğiniz arkadaşların ne kadar önemli olduğu gerçeğiyle birlikte tecrübe ettim. Kuru sıcak
kavurur, arkadaşlar bir kahve içimlik sürede içinizi ferahlatır. Ankara
taşkenttir, ne seyrine dalınacak bir manzarası, ne yeşil caddeleri vardır göz
dolduracak. Emrah Serbes’in dediği gibi, “İstanbul’un manzarası çok güzel. Ama Ankara’da hep
binalar var, gel şöyle manzaraya bakarak bir iki bir şeyler içelim
diyemiyorsun. O yüzden hep insanların gözlerinin içine bakmak zorundasın.”
İşte ben de bu yaz temmuz ve ağustos aylarımı dostlarımın gözlerinde, kah bir fincan kahveye kah bir bardak çaya
fit olarak geçirdim.
Hiçbir sanatsal aktivitesi olmadığı gibi, vizyon
filmleri de o kadar kötüydü ki, tek bir kez sinemaya gidebildim, yine bir güzel
arkadaşımla, temmuz sıcağında. Klimaların ferahlattığı sinema girişinde filmi
beklerken dergime gitti eli, şöyle bir çevirdi arka sayfasını ve gözlerini
dikti biraz merak biraz da yorgunlukla. Ben de ona diktim gözlerimi daha çok
merakla, zira birazdan okuyacakları pek inatçı ataerkil yapısına ters
düşecek, muhtemelen beğenmeyecek, yazıyla ilgili fikrini sorduğumda da birkaç
hafif küfürle süsleyerek kendini ifade edecekti. OT Dergi, temmuz sayısı arka
kapağını Türkiye’nin yetiştirdiği önemli ressamlardan Neş’e Erdok’a ayırmıştı.
Sabırsızlık ve merakla bitirmesini beklerken benim de gözüm takıldı:
“... Mesleğimin
evlilikle birlikte gitmeyeceğine karar verdim. Evlenseydim sanatımdan
fedakarlık yapacağımı biliyordum. Ve evlenmemeyi tercih ettim. ” diyordu
bir yerde Neş’e Hanım.
Yazı bitince
hışımla önündeki sehpaya fırlattı dergiyi. Tabii ki düşündüğüm gibi yazıyı
beğenmemişti. Ataerkildi ne de olsa ve tabii ki ömrünü mesleğine adayan bir
kadını ne kadar başarılı olursa olsun beğenmeyecek, onaylamayacaktı.
“Belki de zamanın
birinde adamın biri bu kadına deli gibi aşık oldu ve bu kadın sırf mesleğim
dediği için o adamı öylece bıraktı.”
Tüm argümanlarımı kafamda derleyip toplamış, alt başlıklarla
savunmamı hazırlamış ben, bakakaldım. O kadar beklemediğim bir yorumdu ki, hiç
susmadan konuşmak üzere hazır beklerken, sessizce kalakaldım.
Ve bir kez daha, tüm çabalarıma rağmen, hala ve inatla ne
kadar önyargılı olduğumu acıyla fark ettim.
Sahi… Hiç öyle düşünmemiştim, ben o yazıyı okurken hayatını
mesleğine adayan, belli ki son derece de başarılı ve güçlü bir kadını görmekten
mutluluk ve gurur duymuştum. Peki ya bu
hanımefendi, derinlerinde, en derinlerinde mesleğiyle mutlu olabilmiş miydi?
Veya bir zamanlar ona delicesine aşık ve evlenmek isteyen bir adam veya
adamlar, şayet varsa, mesleğini seçen bu kadının ardından neler yaşamış, neler
hissetmiş olabilirdi?
Sahi… Zamanında bu hanımefendiye nasıl seçenekler sunulmuştu
da evlenirse mesleğinden fedakarlık yapması gerektiğini düşünüp tercih yapması
gerekti? Neden bir kadın hem mesleğinde başarılı olup hem de mutlu bir evlilik
yürütebilemesindi ki?
Biliyorum, var öyle kadınlar, ama çok azlar. Ve biliyorum,
var öyle adamlar, bir kadına deli gibi aşık olan, ve onlar da çok azlar.
Arızaları çok derinlere gömülü toprakların yalnız ve uzanıp kendi yanaklarından
öpen çocuklarıyız. Batı kaynaklı feminist teorilerin veya Hemingway
erkekliğinin baş edemeyeceği özel insanlarız. İnsanda bir yandan kaçıp gitme,
bir yandan da yerin yedi kat altına kök salacak kadar kalma isteği uyandıran
bir garip ülkenin her daim arafı yaşayan çocuklarıyız. Ve aynı zamanda, umudunu
asla yitirmeyen çocuklarız. Neyse ki “umut iyi bir şeydir ve iyi bir şey asla ölmez.”
Yorumlar
Yorum Gönder