Bir Ankara Yazı

Bu yaz ben, Ankara’nın ne kadar sıkıcı olabileceğini, yanında iyi hissettiğiniz arkadaşların ne kadar önemli olduğu gerçeğiyle birlikte tecrübe ettim. Kuru sıcak kavurur, arkadaşlar bir kahve içimlik sürede içinizi ferahlatır. Ankara taşkenttir, ne seyrine dalınacak bir manzarası, ne yeşil caddeleri vardır göz dolduracak. Emrah Serbes’in dediği gibi, İstanbul’un manzarası çok güzel. Ama Ankara’da hep binalar var, gel şöyle manzaraya bakarak bir iki bir şeyler içelim diyemiyorsun. O yüzden hep insanların gözlerinin içine bakmak zorundasın. İşte ben de bu yaz temmuz ve ağustos aylarımı dostlarımın gözlerinde, kah bir fincan kahveye kah bir bardak çaya fit olarak geçirdim.
 
Neş'e Erdok, 1988
Hiçbir sanatsal aktivitesi olmadığı gibi, vizyon filmleri de o kadar kötüydü ki, tek bir kez sinemaya gidebildim, yine bir güzel arkadaşımla, temmuz sıcağında. Klimaların ferahlattığı sinema girişinde filmi beklerken dergime gitti eli, şöyle bir çevirdi arka sayfasını ve gözlerini dikti biraz merak biraz da yorgunlukla. Ben de ona diktim gözlerimi daha çok merakla, zira birazdan okuyacakları pek inatçı ataerkil yapısına ters düşecek, muhtemelen beğenmeyecek, yazıyla ilgili fikrini sorduğumda da birkaç hafif küfürle süsleyerek kendini ifade edecekti. OT Dergi, temmuz sayısı arka kapağını Türkiye’nin yetiştirdiği önemli ressamlardan Neş’e Erdok’a ayırmıştı. Sabırsızlık ve merakla bitirmesini beklerken benim de gözüm takıldı:

... Mesleğimin evlilikle birlikte gitmeyeceğine karar verdim. Evlenseydim sanatımdan fedakarlık yapacağımı biliyordum. Ve evlenmemeyi tercih ettim. diyordu bir yerde Neş’e Hanım.   

Yazı bitince hışımla önündeki sehpaya fırlattı dergiyi. Tabii ki düşündüğüm gibi yazıyı beğenmemişti. Ataerkildi ne de olsa ve tabii ki ömrünü mesleğine adayan bir kadını ne kadar başarılı olursa olsun beğenmeyecek, onaylamayacaktı.

Belki de zamanın birinde adamın biri bu kadına deli gibi aşık oldu ve bu kadın sırf mesleğim dediği için o adamı öylece bıraktı.

Tüm argümanlarımı kafamda derleyip toplamış, alt başlıklarla savunmamı hazırlamış ben, bakakaldım. O kadar beklemediğim bir yorumdu ki, hiç susmadan konuşmak üzere hazır beklerken, sessizce kalakaldım.

Ve bir kez daha, tüm çabalarıma rağmen, hala ve inatla ne kadar önyargılı olduğumu acıyla fark ettim.

Sahi… Hiç öyle düşünmemiştim, ben o yazıyı okurken hayatını mesleğine adayan, belli ki son derece de başarılı ve güçlü bir kadını görmekten mutluluk ve gurur duymuştum. Peki ya bu hanımefendi, derinlerinde, en derinlerinde mesleğiyle mutlu olabilmiş miydi? Veya bir zamanlar ona delicesine aşık ve evlenmek isteyen bir adam veya adamlar, şayet varsa, mesleğini seçen bu kadının ardından neler yaşamış, neler hissetmiş olabilirdi?

Sahi… Zamanında bu hanımefendiye nasıl seçenekler sunulmuştu da evlenirse mesleğinden fedakarlık yapması gerektiğini düşünüp tercih yapması gerekti? Neden bir kadın hem mesleğinde başarılı olup hem de mutlu bir evlilik yürütebilemesindi ki?

Biliyorum, var öyle kadınlar, ama çok azlar. Ve biliyorum, var öyle adamlar, bir kadına deli gibi aşık olan, ve onlar da çok azlar. Arızaları çok derinlere gömülü toprakların yalnız ve uzanıp kendi yanaklarından öpen çocuklarıyız. Batı kaynaklı feminist teorilerin veya Hemingway erkekliğinin baş edemeyeceği özel insanlarız. İnsanda bir yandan kaçıp gitme, bir yandan da yerin yedi kat altına kök salacak kadar kalma isteği uyandıran bir garip ülkenin her daim arafı yaşayan çocuklarıyız. Ve aynı zamanda, umudunu asla yitirmeyen çocuklarız. Neyse ki “umut iyi bir şeydir ve iyi bir şey asla ölmez.”



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'den Defolup Gitmek

Goethe'nin İtalya Seyahati'nden Bize Kalan

Gülümseyen Van Gogh: "Çiçek Açan Badem Ağacı"